Hayatı Şems

Şems ve Mevlâna’nın Halveti

Şems ve Mevlâna'nın Halveti
Şems ve Mevlâna’nın Halveti

Dil ve canda nihansın, geçti her şey bi-haber senden
Cihan zâtınla dolmuşken cihan da bi-haber senden
Nasıl bulsun seni can ve gönül senden ibaretken
Gönül de, can da senin anca ki can da bi-haber senden

Hz. Mevlâna

 

Şems ve Mevlâna’nın Halveti

İlgi, değeri algılamanın işlevidir. Şems-i Tebrizi’nin Hz. Mevlâna’ya olan ilgisi, ondaki değeri algılamanın işlevi olmuştur. Hz. Mevlana’ya sorduğu sual ve aldığı cevap neticesinde duyduğu ilgi Hz. Mevlâna’nın değerini algılaması için yeterli bir delildi.

Eflâkî’nin aktardığına göre, o tarihi buluşmadaki Şems’in sorusu karşısında Hz. Mevlana kendi halini şöyle anlatır:

Bir gün Mevlâna, “Şems benden bunu sorduğu vakit başımın tepesinden bir delik açıldı ve oradan bir duman çıktı, ta arşın tepesine kadar yükseldi” buyurdu. İşte o andan itibarendir ki Mevlâna, medresede ders vermeyi, minberde vaaz etmeyi, yüksek makamlara geçip oturmayı bıraktı. Ruh sahifeleri üzerinde yazılan sırları okumakla meşgul olmaya başladı. Nitekim buyurmuştur:

Utarit gibi defterler ve kitaplarla meşguldüm. Bütün ediplerin üst başında oturmuştum. Fakat sâkinin alın levhasını gördüğüm vakit kendimden geçtim, elimdeki kalemleri kırıp attım.

Şems-i Tebrizi ve Hz. Mevlâna buluştuktan sonra, Hz. Mevlâna Şems’in elini tutar ve yaya olarak kendi medresesine götürür. İkisi birlikte bir hücreye girerler. Bu hücre, nakledildiğine göre Kuyumcu Selahaddin’in (Selahaddin Zerkub) hücresidir. Orada bir süre başbaşa kalırlar. Yanlarına Sultan Veled’den başkası girip çıkamaz.

Mana aleminde bilişen ancak madde aleminde henüz buluşan iki Hakk aşığı kendilerini tamamen Hakk’a verirler. İlahi ilhamlarla kutlu, gönüllerince dolu, yıllardır aranılmış, özlenilmiş sohbetlerine dalarlar.

Mevlâna hakkında en yetkin uzmanlardan birisi olan Fürûzanfer şöyle der:

“Eskiden beri hiç kimseye ricada, niyazda bulunmayan Mevlâna, Şems’in gördüğü gün ona niyaz ederek onunla birlikte halvete oturdu. Öylesine ki, gönlünü dostunun hayalinden başkasına; evinin kapısını da tanıdıklarına tanımadıklarına kapadı. Mihrap ile minberi istiğna ateşine vurdu. Öğretim kürsüsünü, vaaz minberini terk etti, aşk üstadının huzurunda diz çöktü. Bütün ustalığına rağmen yeni öğrenci oldu.” (Fürüzanfer 2005:87)

Şems’in Konya’ya gelmekteki ve halvetteki amacının sadece Mevlâna ile buluşmak olmadığını, onunla buluşmak, sohbet etmek arzusundaki dikkati çeken önemli noktanın Allah’a karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden, aşk tutkunluğundan kaynaklandığını Şems’in sözlerinden anlıyoruz. Hani derler ya, “Mecnun ile oturup kalkanın Leyla’dan başka bir şey konuşma şansı olmazmış” diye. Şems, her an içinde coşkuyla yaşattığı Leyla’sını (Allah’ı) konuşup, hislerini paylaşacağı ateşli aşk tutkunluğunu elbette ter ü taze aşk talibi Mevlâna’dan başkasında bulamazdı. Bu önemli pasaja yukarıda da değinmiştik. Şems’in halvette arzu nesnesini yetiştirmek için eğitmenliğini ve Allah aşkından başka hiçbir şeye önem vermeyişini vurgulamak için tekrar buraya alıyoruz;

“Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne Mevlana’nın ayrılığından bana bir zahmet, ne de ona kavuşmaktan bir sevinç gelir. Benim bir şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir. Şimdi benimle yaşamak zordur. Nasıl ki Musa peygamberin o üçüncü dileği Allah’a karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden, aşk tutkunluğundan idi. Yoksa Hızır’la buluşmak için değildi. Musa’nın bu husustaki açlığı senden daha mı azdı? O, öyle bir aşık idi ki, sekiz gün, dokuz gün, hiçbir şey yiyip içmedi, bundan dolayı da halinde bir değişiklik olmadı. (Gençosman, 1974:264)

Sultan Veled der ki:

“Ansızın Şems gelip ona ulaştı; ona maşukluk (sevilen, sevgili olmanın) hallerini anlattı, açıkladı. Böylece de sırrı yücelerden yüceye vardı. Şems, Mevlana‘yı şaşılacak bir aleme çağırdı. Öyle bir aleme ki, ne Türk gördü o alemi, ne Arap. Alemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir dereceye vardı ki, o, maşukluk durağıdır. Aleme bu maşukluk durağına dair haber gelmemiş, bu durakta bulunanların ahvalini hiçbir kulak işitmemişti. Tebrizli Şemseddin zuhur edip, Mevlâna Celâleddin’i aşıklık ve erenlik mertebesinden bu zamana kadar duyulmamış olan, maşukluk mertebesine eriştirmiştir. Esasen Mevlana ezelde, maşukluk denizinin incisiydi; her şey döner aslına varır” diye anlatır.

Şems-i Tebrizi ile Hz. Mevlâna’nın halvete çekildikleri zaman, “Ne yapıyorlar” diye merak eden, onları kapının deliğinden gözetleyerek göz kulak olduğunu söyleyen Mevlâna’nın hanımı Kirâ Hatun, onların saatlerce ağızlarından tek kelime çıkmadan sustuklarını söyler. Bu hal bize çeşitli telepatik çağrışımlar yaptırsa da asıl olan odur ki, dilsiz, dudaksız gönülden gönüle giden yolda akıp giden bir konuşma. Gönüllerin birbirlerine seslenmesidir. Hz. Mevlâna, dilsiz, dudaksız gönülden gönüle konuşma üzerine çok durmuştur. “Sen sus da gönlün konuşsun” dercesine bir beytinde;

Sen susmadıkça düşünce bir şey söyleyebilir mi? Düşünceyi ancak konuşarak belirtirsin, sen sustuğun zaman düşünce içinde hapsolur kalır. Ama gönül ağız açınca, dil konuşmaz olur, susar.

Yine bir beytinde, susarak, gönül ateşinin alevlerinin dozunda kalacağını anlatır.

Aklını başına al da sus! Çünkü nefs ile gönül ateşi alevleniyor, şu anda yükselen alevler, nefes almaya başladı. Sen ne buyuruyorsun? Konuşarak alevleri arttırmak mı istiyorsun? (Mevlana, Şems kaybolduktan sonra onu rüyasında görünce dünyalara sığamamış ve bu beyti söylemiştir.)’


Kaynak:
Şems-i Tebrizi, Melahat Kıyak Ürkmez

Bir Yorum Yaz